Babamın dürtmesiyle gözlerimi açtım.
“Mehmet şunun tadına bak. Annenden öğrendim. Yapabiliyor muyum? Kokla ama koklamadan içme.”
Ah babam ah. Bir türlü beceremezdi Türk kahvesini yapmayı. Üstelik bir kahvehanesi vardı.
Ayvalık’taki kahvehanemizi açalı henüz üç ay olmuştu. On yaşındaydım ve babamın kahvehanesini açmasının benim yaz tatilime denk gelmesi beni çok üzmüştü. Nihayetinde tek çocuktum ve babama yardım etmem gerekiyordu. Yaşıtlarım sokakta top oynayıp annesinin elinden salçalı ekmek yerken ben sabahın yedisinde babamla birlikte evden çıkıp kahvehanemize vardığımız gibi çayı demlerdik. Bu saatte kim gelecek kahveye diye düşünür dururken kapıdan içeri onlarca şöfor dalardı. Aslında memnuniyetsizliğim çalışmak değildi tatminsiz insanların bakışlarıydı ve bu bakışların babamın üzerindeki etkisi. Onun üzülmesine dayanamıyordum. Vücudumun her yerine tarif edemediğim bir kramp giriyordu babamın hüzünlü gözlerine bakınca. Açık olmak gerekirse başlangıçta denize gidemediğim ve koca yazı burada geçirdiğim için sürekli arıza çıkarsam da şartlar değişince bende değiştim. Yaz sonu babamın bana bisiklet alacak olması gerçekten çalışmam için geçerli bir nedendi yalan yok. Ama sonradan bana ihtiyacı olduğunu anladım. O bana tutunuyordu.
Bu sabahta diğerleri gibiydi. Babam kahveyi burnuma dayayıp tadına bakmamı söyledi. Görme duyum kendine gelememişken burnum gerçekten bir festivalin içindeydi. Aromasını tatmadan almıştım. Alt tarafı bir kahveydi bu. Ama babamın kahvesiydi. Henüz tadına bakmadım. Ama başarılı olma düşüncesi beni şimdiden mutlu etmeye yetmişti. Annemin babamın arkasındaki gülümseyişi her şeyi anlatıyordu aslında. Bu sefer olmuştu bundan emindim. Başarmıştı. Bu kesin zaferdi. Sakalındaki her kır tanesinin bükülüşü bunu gösteriyordu. Gerçekten babamı o kadar uzun zamandır gülümserken görmemiştim ki her mimiği aklıma kazındı. Onu daha fazla bekletmeden bir yudum aldım elimdeki fincandan. Evet yapmıştı. Gerçekten lezizdi. Benden onay beklercesine kafasına salladı durdu. Bir şeyler söylemeliydim. Onu güldürecek bir şeyler.
“Bisikleti daha erken alacağız sanırım.”
Kahkaha atarak başımı okşadı. Annemin bakışlarını unutamıyorum. Aylardır süren eğitim onu da çok yormuştu. Ama buna değdiğini biliyordu. Gözleri her şeyi anlatıyordu. Ama bir saniye sonra aklından neler geçtiğini gördüm. Annem her gün öğlen gelip kahvehanemizde limonata yapardı. Yüzündeki şaşkın ifade buydu. Kahveyi öğretmişti ve sırada limonata vardı. Bunu biliyordu. Ama hiçbir şey söylemedi. Sadece güldük. Birbirimize sarıldık ve güldük.
Hemen evden çıktık. Geç kalamazdık. Çünkü şoförler simit alıp geliyorlardı. İllaki yanlarında çay içeceklerdi. Peki ya sonrası. Yola çıkmadan önce kahve ve sigara. Sıralama aynen bu şekilde ilerledi. Simitlerini çayla yudumladılar ve on kişilik şoför grubunun tamamı Türk kahvesi istedi. Babamın heyecanı tepsiyi götürüşünden belliydi. Tir tir titriyordu masaya boşları almaya giderken. Ona doğru koştum.
“Boşları ben toplarım baba.”
Bir yandan tepsiye bardakları topluyor bir yandan ocakta kahveleri sanki yirmi yıldır bu işi yapar gibi yapan babama bakıyordum. Özeni her halinden belliydi. Ben yanına gidip boşları lavaboya dizdiğimde o çoktan kahveleri hazırlamıştı. Yanlarına farklı renkte lokumlar koyarak hangisini orta hangisinin şekerli veya sade olduğunu anlayabiliyordu. Masaya sigarasını yakan adamların yanına giderken onu izledim. O suratsız şoförlerin yüzlerine gülümseyerek baktı ve herkesin önüne istediği kahveyi koydu. Kenara çekildi. Sigarasını cebinden çıkardı. Yakıp bir nefes çekti. Diğerleri fincanlarından birer yudum aldı.
“Ahmet başarmışsın Ahmet.”
“Sonunda be. Ne zamandır yola çıkmadan böyle kahve içemiyorduk.”
Babam içinde tuttuğu dumanı öyle dışarı çıkarttı ki keyfini hissedebiliyordum. Göz göze geldik. Gülümsedim. Uzaktan neşeli bağırışı kahvehaneyi inletti.
“Sırada limonata var.”
Herkes gülmeye başladı. Bende kendimi kahkaha atmaktan alamıyordum. Kapıda gönül rahatlığıyla sigarasını içebilirdi artık. Kimse ona düşmanca bakmıyordu.
Sonra bir şey oldu. Babamın kalbini tuttuğunu gördüm. Eliyle sıkmaya başladı. Bir şeylerin ters gittiğini anlamıştım. Yere yığılmasına kimse engel olamadı.
Babamın kalp krizi sonucu hayatını kaybedişinin üzerinden tam 1 sene geçti. Yine yaza girmiştik. Kahvehaneyi annem işletiyordu. Bana önce nasıl Türk kahvesi yapılacağını sonra nasıl limonata yapılacağını öğretti. Acısı hiç dinmiyor sürekli ağlıyordu. Babamın bir işi bırakmadan sürekli denemesi ikimize de çok şey öğretti. En önemlisi de pes etmemeyi, gülümsemeyi ve güçlü olmayı. Ama kahkaha atarak söylediği şu söz aklımdan hiç çıkmıyordu.
“Sırada limonata var.”